Beyaz diz, siyah boyun
ABD'de köleliğin kaldırılmasının ardından, siyahlar mülkiyet kurumundan hiçbir tazminat almadılar çünkü kaybettikleri mülkleri yoktu. Doğrusu, kendileri kaybedilen mallardı.
Foto: Charles Mudede / Black Lives Matter protestolarının merkezi haline gelen Seattle’da, Seattle Polis Merkezi (Seattle Police Department) göstericiler tarafından “Seattle Halk Merkezi”ne (Seattle People Department) dönüştürüldü.
Foto: Charles Mudede / Black Lives Matter protestolarının merkezi haline gelen Seattle’da, Seattle Polis Merkezi (Seattle Police Department) göstericiler tarafından “Seattle Halk Merkezi”ne (Seattle People Department) dönüştürüldü.
Belavke
Paylaş
Charles Mudede / e-flux

Polis ne yapar?

Polisle başlayalım. Bu silahlı erkek ve kadınların yaşamak için yaptığı tam olarak nedir? Mülkiyet haklarını korurlar. Diğer her şey bu birincil hedeften kaynaklanmaktadır. On sekizinci yüzyıl ahlak filozofu Adam Smith de polisin bu kilit işlevinin farkındaydı. Mülkiyet (kapitalist) toplumunun ilk sistematik savunması olan Ulusların Zenginliği’nde (The Wealth of Nations) şöyle yazıyordu:

“Çok varlıklı birine karşılık, en az beş yüz yoksul olmalı; azınlığın refahı, çoğunluğun yoksulluğunu gerektirir. Zenginin bolluk içinde oluşu, yoksulu çileden çıkartır ve çoğu kez yoksulu kıskançlıkla zenginin mallarına saldırmaya kışkırtır. Yıllarca veya belki de birbirini izleyen birçok neslin emeğiyle elde edilen bu değerli mülkün sahibi, mülki makamın kanat germesi ile güven içinde bir gece uyuyabilir. Zengin adamın etrafı her zaman, hiç kışkırtmasa da asla yatıştıramayacağı bilinmeyen düşmanlarla çevrilidir ve zengin adam, mülki makamın cezalandıran güçlü kolu tarafından düşmanlarının haksızlıklarından korunabilecektir ancak. Bu nedenle, kıymetli ve büyük mülkiyet edinilmesi ister istemez, mülki yönetimin kurulmasını gerektirir. Mülkiyetin olmadığı yahut en azından iki veya üç günlük emek değerini aşan bir mülkiyetin bulunmadığı yerde, mülki yönetime pek de gerek yoktur.”[i]

Buyurun işte. Smith, gayet açık bir şekilde (ve hatta rezillik veya utanç duygusu olmadan), piyasa temelli bir toplumda kanun yaptırımının işlevinin mülkiyet düzenini korumak olduğunu belirtiyor.

Cezalı nüfus

Polisin mülkü ve sahiplerini koruduğu anlayışıyla başlarsak, şu birincil sonucu elde etmemiz beklenebilir: Bir toplulukta, az mülkiyeti olanlar, çok mülkiyeti olanlara göre kolluk kuvvetleriyle çok daha yüksek bir sıklıkta kötü karşılaşma deneyimine mecbur kalacaktır. Ve böyle de oluyor. Son yüz yıldır dünyanın en üst düzey mülkiyet toplumu olan ABD’de gördüğümüz şey, hiçbir şeye sahip olmayan erkek ve kadınlarla dolu devasa bir kodes, hapishane ve şartlı tahliye sistemidir. Yoksulluğu polislik işine bağlayan bu gerçeklerden hareketle, ABD’nin eyalet hapishanelerindeki siyah Amerikalıların (ülke nüfusun yaklaşık yüzde 13’ünü oluşturan) aşırı temsiline de (cezaevi nüfusunun yüzde 40’ını oluşturuyorlar) bir açıklama buluyoruz.

Mülkiyet kurumunun mantığı

ABD’de köleliğin kaldırılmasının ardından, siyahlar mülkiyet kurumundan hiçbir tazminat almadılar çünkü kaybettikleri mülkleri yoktu. Doğrusu, kendileri kaybedilen mallardı. Köleleri tazminatsız bırakan bu sonuç, mülkiyet hakkını kutsallaştıran bir toplumda anlamlı olabilir ancak. Örneğin, 1804’te Haiti Devrimi sona erdikten kısa bir süre sonra, eski köleler eski sahiplerinin zoruyla borçlandırıldılar. Siyah ulus, Fransa’ya 90 milyon frank (veya bugünün parasıyla 21 milyar ABD doları) ödemek zorunda kaldı. Bu borç 1947’ye kadar geri ödenmedi. Haitili köle isyanı, özgürlük mücadelesi, bir mülkiyet sözleşmesini ihlal etti. Aynı şey, ABD’de köleleri serbest bırakan 1863 tarihli Kurtuluş Bildirisi için de geçerlidir. Sözleşmenin bu ihlali, kısmen, ABD’nin siyah Amerikalıların 250 yılı aşan köleliklerini layıkıyla telafi etmeye yakın herhangi bir yere gelmeyi reddetmesini açıklıyor. Telafi edilecek olan nedir?

Bu akıl yürütmeyi biraz daha açık hale getirmek için, II. Dünya Savaşı sırasında hapsedilen Japon Amerikalılara verilen tazminatlar dikkate alınabilir. Kuşkusuz ödeme geç yapıldı (1988) oysa bu, siyaseten her zaman mümkündü. Çünkü bu gruptaki pek çok kişi, 1942’de toplama kamplarına sürüldüklerinde mülklerini kaybetmişlerdi. Söz konusu mülkün çoğu savaştan sonra asla geri verilmedi. ABD hükümeti, çok sayıda mülkiyet ihtilafı içerdiği için, ırka dayalı hapsetme haksızlığını nihayet kabul etmek zorunda kaldı. Devletin küstah ırkçılığı sebebiyle resmi özür teklif edildi; ve kayıp mülk ve gelir karşılığında, hapsedilenlere ve mirasçılarına 1.6 milyar dolarlık çek gönderildi.

Karşılıksız bir çekin siyah tarihi

Kurtuluş Bildirisini izleyen yıllarda elimize geçen, eyaletten siyah Amerikalılara gönderilen bir dizi karşılıksız çekti. 1963’e gelindiğinde, Washington Yürüyüşü (veya Özgürlük Yürüyüşü) bu karşılıksız çeklerden (ABD’nin sosyal hiyerarşisinin göbeğini şişiren beyazlar için iyi olan savaş sonrası Keynesçi çek) o zamanki en sonuncusunu olayın ana konusu haline getirdi. Yürüyüşün ana konuşmacısı ilahiyatçı Martin Luther King, Jr.’ın sözleriyle: “Amerika, zencilere karşılıksız bir çek verdi, ‘yetersiz bakiye’ damgasıyla geri gelen bir çek.” King’in Amerikan özgürlüğünü, polis istihdamıyla korunan şeye yani mülkiyete sahip olmanın araçlarını sunan Amerikan parasıyla ilişkilendirmesi tesadüf değil. King, “Adalet bankasının iflas ettiğine inanmayı reddediyoruz” dedi. “Bu ulusun büyük fırsat kasalarında yetersiz bakiye olduğuna inanmayı reddediyoruz. Ve bu yüzden, bu çeki nakde çevirmeye geldik; bize, özgürlük zenginliğini ve adaletin güvenliğini talep üzerine verecek bir çek.”[ii] Bu çek henüz geri dönmüş değil.

Cezalandırıcı dönüş

Washington Yürüyüşü’nden altı yıl sonra, ABD hükümeti ihtiyaç fazlası siyah emeği genişleyen bir hapishane sistemine kanalize etmeye başladı. Sosyolog Bruce Western, bu geçiş noktasını 2006 tarihli “Amerika’da Ceza ve Eşitsizlik” (Punishment and Inequality in America) adlı kitabında ABD’nin “cezalandırıcı dönüşü” olarak tanımladı.[iii] Vahşi yıllardan (1930-38 ç.n.) otuz yıl sonra dönüş yapan (1960’ların sonu ve 1970’lerin başı) bir ekonomik programa sahip olan hükümetin kitlesel hapsetme pratiğinin, sağın karşı çıkmayacağı bir yatırım fırsatı sağlaması açısından kesinlikle Keynesyen bir işlevi vardı. Anlaşıldı ki, hükümetin talep fonksiyonu bu noktada iptal edilemezdi. Bu, kitlesel işsizliğe ve Kızıl On Yıl (1930’lar) sırasında mülkiyet toplumunu neredeyse alaşağı eden siyasi çalkantının geri dönüşüyle sonuçlanırdı. Bunun yerine Keynesyen talep fonksiyonu amaca uygun hale getirildi. Western şöyle yazıyor: “Hapishane inşaatı bölgesel kalkınmanın aracı haline geldi hatta küçük kasabalar şantiye alanları için lobi yapıp ve hapishane kapatılmasına karşı çıktı.” Cezalandırıcı dönüşten otuz yıl sonra, “bir milyondan fazla siyah çocuğun -18 yaşın altındakilerin yüzde 9’unun- babası hapse girdi.”[iv]

Görünmez adamlar ve kadınlar

Bu devasa hapsetme programının başka bir Keynesyen işlevi daha vardı: birçok işsiz erkek ve kadını görünmez kılmak. Bu kaybolma eylemini Keynesyen olarak tanımlayabiliriz çünkü hükümetin otuz yıllık tam istihdama olan bağlılığını sürdürmesine yardımcı oldu (Kızıl On Yıl’ın sınıf çatışmalarına çözüm). Bu kalkınma anlayışı, siyahların büyük canlanma (1947’den 1970’e) sırasında şişen orta sınıftan dışlanmalarının onaylanmasıyla geliştirildi. Onlara ne oldu? Siyah Amerikalılar çeklerinin -tam istihdam, iş güvenliği, sağlık sigortası ve yüksek maaşların- ödenmesi için baskı yapmaya devam etti. Ancak sonuçta, devletin kölelerin torunlarına verdiği tek önemli Keynesçi program, Bruce Western’in işaret ettiği gibi, sermaye birikimi oranında bir düşüş yaşanan dönemde (1970’ler) kitaplardan büyük miktarda işsizliği kaldıran ve tam istihdamı mümkün kılan, kitlesel hapsetme biçimindeki işsizlikti. Western şöyle yazıyor: “Nüfusun ekonomik refahını tanımlayan resmi çalışma istatistiklerinde hapishane ve hapishanedeki tutuklular görünmüyor.”[v] Western, cezaevi nüfusu ulusal hesaplara dahil edilirse, ABD’deki siyahların işsizlik oranının yüzde 10 kadar artacağını tahmin ediyor.

Beyaz işçiliğin pasifize edilmesi

Çoğu Amerikalı tarafından tam olarak anlaşılmayan şey, Kapitalizmin Altın Çağı’nın (veya Fransızların Les Trente Glorieuses dediği şey) aynı anda tam istihdam ve şiddetli emek türbülansı dönemi olduğudur. Ana akım tarih, solda bile olsa (Robert Reich, Nick Hanauer, Paul Krugman ve benzerleri), onu emek ve sermaye arasında bir barış dönemi olarak tasvir etme eğilimindedir. Sermaye birikim oranı kadar ücretler de yüksekti. Bu, 1980’de sendika gücünü ezen Volcker Şoku ve müteakip finansal piyasaların kuralsızlaştırılmasıyla akılsızca yok edilen bir kazan-kazan durumuydu. Ancak, Altın Çağ’ın yüksek ücretleri, radikal emek eylemciliğini susturan ve sendikaların gücünü azaltan emek/sermaye sözleşmelerine bağlıydı. Bu, 1947’deki Taft-Hartley Yasası’nın ve 1950’deki Detroit Antlaşması’nın sonucuydu. Yasa ve sözleşme, emeğin en büyük gücünün (taban aktivizmi) sinirlerini kesmeye çalışan bir makasın iki bıçağıydı. Ayrıca, beyaz işçilik de pasifize edildi.

El Nuevo Rodeo

Bu noktada George Floyd’u öldürmek için dizini kullanan polis memurunu ele alalım. Görünüşe göre, Derek Chauvin’in bir mülkiyet hakları hizmetçisi olarak kazancı, geçimine yetmedi. El Nuevo Rodeo adlı popüler bir Minneapolis Meksika-Amerikan müzik mekanı için fedai olarak gece işi yaptı. Milyonlarca diğer orta sınıf beyaz Amerikalı gibi, orta sınıf yaşam standardını sürdürmek için gereken gelirden daha azını kazandı. Siyah işsizliğe Keynesyen yanıt toplu hapsetmekse, reel ücretlerin yataydan düşüşe geçtiği bir dönemde yüksek ücretlere alışmış beyaz orta sınıfa verdiği yanıtsa, sosyolog Lisa Adkins’in 2019 tarihli “Paranın Vakti” (The Time of Money) kitabında “günlük hayatın finansallaşması” dediği şeydi.[vi] Borçlanma orta sınıf tüketimini körükledikçe, elde edilmesi daha da zorlaşan nakit para giderek daha değerli hale geldi. Memur Chauvin’in pozisyonu orta sınıftaki milyonlarca Amerikalınınkine benziyorsa, o zaman daha fazla itibara değil, daha fazla nakde ihtiyacı vardı. Bu zor durum, sosyal olarak onaylanmış bir Amerikan yaşam standardının sürdürülmesine yönelik ulusal bütçe açığının yurt içi bütçe açığı harcamaları alanına aktarılmasıyla açıklanabilir. Bu aktarım, hükümet bütçeleri daraldıkça Keynesyen talep işlevini sürdürme avantajına sahipti.

Şikago Bulvarı’nın 38. Köşesi

Yine de, beyaz Amerika’nın büyük bir kısmı, Anma Günü’nde, bir salgının ortasında beyaz bir polisin dizinin siyah Amerikalı bir adamın son nefesini tıkadığını ve onu bir Minneapolis sokağına mıhladığını görünce şaşırdı. Bu, onlara bir anlam ifade etmiyor gibiydi. Bir polis memuru neden böyle bir şey yapsın? Oysa, polisin olaydaki işlevini Adam Smith’in anlayışı çerçevesinde düzeltirsek, bunun pek azı yersiz görünecektir. Söz konusu siyah adamın çok az mülkü vardır (öldüğü sırada işsizdir; ama çalıştığı vakitler El Nuevo Rodeo’da bir fedai idi -karantina nedeniyle kapanan mekan).[vii] Aslında, bugün yaşayan tüm siyah erkeklerin yüzde 15’i gibi hapishanede kalan ve 4 Nisan 2020’de Covid-19 testi pozitif çıkan Floyd,[viii] Şikago Bulvarı’nın 38. Köşesi’ndeki Cup Foods adlı dükkandan sigara satın almak için sahte bir yirmi dolarlık banknot kullanmakla suçlandı. Bu onun için sonun başlangıcıydı: olası yirmi dolar kaybı ve sahip olma hakkına sahip olmayabileceği bir paket sigara bulundurmak.

Dizleri Floyd’un boynunda olan beyaz adama gelince, yapması gereken bir işi var: mülkiyet haklarına hizmet etmek ve onları korumak. Burada (diz Floyd’un boynuna bastırırken), Karl Marx’ın bazı kitaplarında ortaya koyduğu ve bir bakıma Hegel’in tanınma teorisini genişleten (köle kendi değerini bir nesnede görür) sezgisi bizi bir sonuca ulaştırıyor. Marx’a göre, bir mülkiyet rejiminde, mülkleri kutsallaştıran bir toplumda, ehemmiyet insanlar yerine şeylere bırakılmıştır. Bu demektir ki, nesneler (veya metalar) diğer insanlarla ilişkilerimize aracılık ediyor.[ix] Varoluşun meta toplumundaki indirgenmesidir bu. Öyleyse böyle bir rejimde, polisin hizmet edip koruduğu insanlar değil nesnelerdir.


[i] Adam Smith, An Inquiry into the Nature and Causses of the Wealth of Nation (Thomas Nelson, 1843), 297.

[ii] Dr. Martin Luther King, Jr., “I Have a Dream,” 28 Ağustos 1963.

[iii] Thomas Piketty şöyle yazıyor: “Tarihsel araştırmanın rolü, tam da alternatiflerin ve geçiş noktalarının varlığını göstermek ve seçimlerin, çatışan gruplar arasındaki siyasi ve ideolojik güç dengesi tarafından nasıl koşullandırıldığını göstermektir.” Piketty, Capital and Ideology (Harvard University Press, 2019), 516.

[iv] Bruce Western, Punishment and Inequality in America (Russell Sage Foundation, 2006), 5.

[v] Western, Punishment and Inequality, 95.

[vi] Adkins, “finansın öncülük ettiği gününüz kapitalizminde bir meta olarak para, yaygın olma özelliğiyle önceki uğraklardan ayrılır. Bir meta olarak para, sadece uzmanlık alanlarında veya belirli türden borsalardaki gibi işletilmiyor, günlük yaşamın her yerinde mevcut.” Adkins, The Time of Money (Stanford University Press, 2018), 63.

[vii] Bununla ne yapacağız? 25 Mayıs’ta Floyd’un öldürülmesinin ardından düzenlenen gösterilerin ikinci gecesinde ateşe verilen canlı müzik mekanı El Nuevo Rodeo, memur Chauvin’in görevli olduğu ve yine aynı gece ateşe verilen Minneapolis Üçüncü Polis Bölgesi yakınlarında bulunuyordu. Chauvin, Floyd’u tanımıyor muydu? Birbirlerini nasıl ıskalamış olabilirler? Chauvin’in El Nuevo Rodeo’ya on yedi yıl boyunca takıldığı söyleniyor. Floyd’un da bu işte uzun bir zaman geçirdiği söyleniyor. Sahibi ikisini de tanıyordu. Beyaz memur bir iş arkadaşını öldürdüğünü biliyor muydu? Onu bir müzik mekanında fedai olarak göremiyor muydu? Yoksa sadece siyahi bir adam mı görüyordu, bu şu anlama geliyordu: malı olmayan bir adam? Aslında, Floyd cinayetinin yansımasından geçecek olsaydık, Ralph Ellison’ın “Görünmez Adam”daki (Invisible Man) acımasız dayak sahnesi gibi bir şeye girebilirdik: “Bir gece yanlışlıkla bir adama tosladım ve belki de teklifsiz loşluk yüzünden bana aşağılayıcı bir isimle seslendi. Ona doğru fırladım, ceketinin yakasını yakaladım ve özür dilemesini istedim. Uzun sarışın bir adamdı ve yüzüm yüzüne yaklaştığında mavi gözlerinden küstahça baktı ve bana küfretti, nefesinin sıcaklığı yüzümdeydi. Batı Kızılderililerden gördüğüm gibi çenesini başımın tepesine indirerek kafa attım ve etinin yırtılıp kanın fışkırdığını hissettim ve ‘Özür dile! Özür dile!’ diye bağırdım. Ama o küfredip çabalamaya etmeye devam etti ve ben şiddetli bir şekilde dizlerinin üzerine çökene kadar, bolca kanayana kadar ona defalarca vurdum. Onu deli gibi tekmeledim, çünkü dudakları kanla köpüklenmiş olmasına rağmen hala hakaret ediyordu. Ah evet, onu tekmeledim! Öfkeyle bıçağımı çıkardım ve boğazını kesmeye hazırlandım, ıssız sokaktaki lambanın altında, bir elimle yakasını tuttum ve bıçağı dişlerimle açtım –o anda adamın beni görmüyor olabileceği geldi aklıma aslında; oysa o, bilebileceği kadarıyla yürüyen bir kabusun ortasındaydı!” Beyaz adam yaşadı ve ertesi gün “soyuldu” başlığı altında bir gazetede yer aldı. Ellison, Invisible Man (Vintage Books, 1995), 4.

[viii] The Guardian, siyah Amerikalıların iki binde birinin Covid-19’dan öldüğünü bildirdi. Bu bilgi parçası, Black Lives Matter protestolarının mevcut sekansında siyahların karşılaştığı gerçek tehlikeleri ortaya koyuyor. Bir tarafta: öfke, keder, sesler halka duyurulmalı, duyulmalı; ve öte yandan: sosyal mesafenin güvenlik standartlarını karşılayamayan bu siyasi zorunluluk, muhtemelen siyah toplum için ölümcül sonuçlar doğuracaktır. Siyah Amerika bir kez daha şeytanla masmavi denizin arasındadır. Bkz. Ed Pilkington, “Siyah Amerikalılar, Beyazların Üç Katı fazla Covid-19’dan Ölüyor” The Guardian, 20 Mayıs 2020 .

[ix] 20 Mart’ta Teksas’ın vali yardımcısı Dan Patrick, yaşlı Amerikalılara hayatlarını ekonomiye feda etmeleri için yalvardı, bu büyük bir skandala neden oldu. Newsweek’in manşeti tipikti: “Vali, Nene ve Dedeler, Ekonomiyi Koronavirüs İzolasyonuna Feda Etmek İstemediklerini Söylediği İçin Tepkiyle Karşılaşıyor” . Ancak yalnızca bir ay sonra Georgia, Florida ve Texas, salgına rağmen ekonomilerini yeniden açıyorlardı. Bundan birkaç hafta sonra, neredeyse tüm Amerika, Dan Patrick’in gerçekçiliğiyle, kapitalist gerçekçiliğiyle uzlaştı (alternatif yok). Benim hissim şu ki, şu anki Black Lives Matter protestosunun büyük bir kısmı bu farkındalığın dehşetiyle suçlanıyor: Amerika’daki hayatlar (beyaz veya siyah), mülkiyeti ve nesneleri korumak için yapılandırılan ekonominin sürdürülmesinden daha az önemlidir. İktidardakiler, bir halk sağlığı krizinin ortasında ekonominin yeniden açılmasının çoğu Amerikalıyı derinden endişelendirdiğini açıkça gösteren tüm anket verilerine rağmen, Amerikalıların nekroekonomiyi (Achille Mbembe’nin nekropolitikasından ödünç aldığım bir terim) otomatik olarak kabul edeceklerini düşünüyorlardı. Bu dehşetin (nekroekonomiye boyun eğen) George Floyd’un boğulmuş yüzünün dehşetiyle birleşmesi, ABD’nin büyük bir bölümünü derin bir öfkeye sevketmesine yetti. Bkz. Charles Mudede, “Pandemi Sırasında İşletmeleri Yeniden Açmak Necro-Ekonomi Çağına Girdiğimizi Gösteriyor” The Stranger, 23 Nisan 2020 .

Belavke | Paylaş
Naveroka Pêwend | İlgili İçerik
Ji bo agahiya naveroka nû qeyd bibe
Güncel içerik bildirimi için kaydol