Ayran, “yerli ve milli” içecek ilan edileli uzun zaman oldu. İcat, imal ve içme süreçlerindeki yerli ve milli imkan ve kabiliyetlerdi bu mükafata sebep. Oysa, çayın da söyleyecek bir çift sözü vardı! Kibirli değil ama yine de anımsanmaz yarı dolu bardaktan içildiği. Mesele sıcak olmasıysa, artık soğuk servis edileni de var. Kaldı ki, tabağa yaymak suretiyle soğutulup içildiği de görülmüştür. Hatta soğuk su ilavesiyle “paşa” tarzı sunumu da mevcut. Hem çay da ayran gibi yorgunluk alır; sıcak olmasına rağmen ferahlatır da. Hadi meziyetlerini geçtik, piyasa verilerine ne demeli! Ayran yapmak için süt ithal etme noktasına gelen Türkiye, çay üretiminde üç Asya, bir Afrika ülkesinin ardından beşinci sırada yer alıyor. Kişi başı çay tüketim istatistikleri ise yıllık yaklaşık 10kg ile Türkiye’yi dünya sıralamasında listenin en tepesinde gösteriyor.
İngilizler bir ritüele bağladıkları “beş çayı” ile nam yapmış olsa da ilk olarak Çin’de bir içeceğe dönüştürülen çay, esasen bir uzak doğu bitkisidir. Tüketim ve üretim kalemleriyle “yerli” olmayı hak etse de, icat süreci itibariyle “milli” olamadığından olsa gerek yerli ve milli şerefine nail olamadı çay. Çayın başı sadece ayranla dertte olsa iyi; bir de kahve var bugünlerde. Burada husumet daha da çetrefilleşiyor.
Hepimizin malumu, memleket kahveci dükkanından geçilmiyor. Kahve temalı yaratıcı isimleriyle, özellikle taşranın yeni trendi oldular. Masraftan kaçınılmadan tasarlanıp, müşterilerine nezih bir ortamda konforlu boş vakit vadeden bu mekanlar statü bahşeden bir gizem yaratıyor. Yüklüce maliyetiyle bir seçkinlik durumuna aracılık ediyor buralarda kahve içmek. Tabii bu süreçte bir takım uyum sorunları da vuku bulmuyor değil. Mesela, en sık rastlanan şikayetlerinden biri haddini bilmez bazı müşteriler; “abi kahveciye gelip çay içiyorlar ya!”
Elbette buradaki vurgu nesne olarak çay değil, meta alarak çay. Zira çay yeni nesil kahvecilerde sudan sonra en ucuz içecek. İşletmenin 15 liraya latte satacakken beş liralık çay cirosuna talim etmesi, bu şikayetin esas konusu haliyle!
Çayın en büyük zaafı belki de belli bir tarzı olmayışı. Geçmişte üst sınıfların ritüelistik bir içeceği iken artık değil… İskemleye çömelerek de, kaldırımda dikilerek de; tezgahta iş üstündeyken de, yemek sofrasındayken de içilir… Yorgunken de dargınken de, hastalıkta da matemde de, bayramda da seyranda da… Hep elden eledir çay. Soysuzlaştırılıp, sıradanlaştırılarak elde edilmiş bir haktır çay. Tam da bu yüzden yeni nesil kahvecilerde beş liraya çay içmek çiledir. Hem içene, hem satana çiledir…
Konfora alışamayan sıradanlığı, başına dert açmış oldu çayın. Aslında uğraşmadı da değil; iki metrekarelik çay ocağından, yanında aileyle çıkıp çay bahçesine açıldı önce. Kahvehanedeki ocakçıyı terk etti sonra, cafede arz-ı endam etmek için. Ama yetmedi, zaman durmadan ruh değiştiriyordu ve işler bir tutam dem ve kaynar su ile yürütülemezdi artık. Zamanın konjonktürel titremelerinin gölgesinde yerli ve milli ruh çağırma seansları yapılıyorken, çayı da avamlığını da bir tarafa atacak, afili sıfatlarıyla kahve kopup gelmişti memlekete. Yeni tip orta sınıfların eğleşme ortamlarının yegane içeceği olmak üzere…
Fincanda durduğu gibi duruyor!
Peki neden bu kadar çok içmeye meyyaliz? Sadece yesek olmaz mı? Elbette bunu yapan da var. Örneğin; dipsiz mideli metropol orta sınıfının, yemek hac merkezi haline getirdiği Antep ile (bu aralar pandemiyle kesintiye uğrayan) ilişkisinden biliyoruz bunu. Bu tıkınmaların yerli mi yerlilikleri bir tarafa ancak bir irfan-i gelenek olarak yerken konuşulmaz!
Oysa içme ritüeli zamana yayılan ve uzun sohbetler eşliğinde gerçekleşen gündelik bir eğleşmedir. Keyif eylemidir ve esasen içki ile özdeştir. İşte tam da burada ne ayranın ne de çayın yapamayacağını yapıyor, bir taşla iki kuş vuruyor latte: Fincanda durduğu gibi durmasıyla yerli ve milli, sütlü köpüğü ile dünyalı…
Tabii bu mucizevi buluşma, taşrada coşku ile karşılandı. Bend vurulamayan muhafazakarlık taşkınlarının yaşandığı, içki tüketimini caydırıcı politik trendlerin ve yasal prosedürlerin alternatif eğleşme ortamlarına yol açtığı taşrada… Dudak paysız Anadolu irfanıyla fullenmiş kaplanlar için bulunmaz nimetti bu karışım. Kazandığını keyfine yatıran yeni orta sınıf tipolojisinin genişletilmiş taşra versiyonuna, boş vaktini ruhları ürkütmeden geçirme fırsatı verdi latte. Girişimciliği ve azmi ile bir başarı fenomenine dönüştüğü kentte dünyalı taklidi yapıyor: Gömüldüğü koltukta latte-sinden neo-muhfazakar yudumlar aldıkça, hakir gördüğü “batıdan” bir eksiği kalmadığını geçiriyor içinden. Hazır batıdan söz açılmışken; oralarda latte, moka ya da americano için servet ödenmiyor. İçmesi de statü bahşetmiyor hal böyleyken. Taşra yolunda soylulaşan batının sıradanı, yerli ve milli şizofrenilere yeni tatlar katıyor sadece…
Tabii, taşra lattede gizem keşfettikçe, kahveciler de zincire dönüşüyor bu madende. Çayın keyfi mi?.. İyiden iyiye kaçıyor haliyle…